Muhacirlik:En uzun iki yıl.
Rusların ilerleyişi durdurulamıyor, müdafaa hatları yarılıyor, yenilgiler baş gösteriyordu.
Rus birlikleri, güneyden aşağıya inip, Zarha ve Humurgan sahiline gelmiş ve tarihler 30 Mart’ı gösterirken Sürmene’yi işgal etmişti. Sağ kalanlar ise Giresun, Ordu, Samsun’a ulaştı, kimi daha da batıya gitti. Ama salgın hastalıklar ve açlık onları gittikleri yerlerde de buldu. Hayatlarının en uzun iki yılını...
Sezen Kocabal
Birinci Dünya Savaşı başlarken, Osmanlı Devleti ekonomik ve siyasi yönden iyi durumda değildi. Bundan dolayı Osmanlı Devleti "Hasta Adam" olarak anılıyordu.Almanlar Rus Cephesi'ndeki yüklerini hafifletmek için Osmanlı Devleti'nin de savaşa girmesini istiyordu. 29 Ekim 1914'te Goeben ve Breslav adlı Türk bayrağı çekmiş gemiler Rusya'nın bazı limanlarını bombaladılar. Rusların cevabı gecikmedi ve 1 Kasım'da Osmanlı topraklarına saldırdılar. Böylece bir oldubittiyle Osmanlı Devleti savaşa dâhil edilmiş oldu.Ruslar Karadeniz'de ilerlemeye başlamıştı. Kurulan müdafaa hatları Rusların denizden ve karadan yaptıkları bombardımanlara çok dayanamıyor, geri çekilmek zorunda kalıyorlardı. Hızla ilerleyen Ruslar, 8 Mart'ta Rize'ye girmiş oldu. Of'ta Avni Paşa, geri çekilen askerlerden, çevre köylerden ve gönüllülerden oluşan bir müdafaa hattı kurmuştu. Cezaevindeki mahkûmlar bile izin alarak çıkmış, bir müfreze oluşturmuşlardı. Bütün bunlara rağmen, Rusların ilerleyişi durdurulamıyor, müdafaa hatları yarılıyor, yenilgiler baş gösteriyordu. Rus birlikleri, güneyden aşağıya inip, Zarha ve Humurgan sahiline gelmiş ve tarihler 30 Mart'ı gösterirken Sürmene'yi işgal etmişti. Bu durumda halk, yavaş yavaş yerini yurdunu bırakıp, yaşadıkları toprakları terk etmeye başlamıştı.Muhacirliğin başladığını duyan gönüllü askerler, ailelerinin telaşına düşmüş ve onları muhacir çıkarmak için köylerine dönmüştü. Muhacir çıkma kararı ile tüm Sürmene hareketlendi. Karadeniz'de ulaşım tekneler ve filikalarla sağlanıyordu. Ancak limanlar bombalanmış, tekneler tahrip edilerek batırılmıştı. Bu nedenle kayık sayısı çok azdı. Karada ise küçük bir patika dışında yol sayılabilecek bir geçiş yeri yoktu. Onlar da sık sık, üzerinde köprü olmayan dereler tarafından kesilmekteydi. İnsanlar "pereme" denilen bir sal ile karşıya geçiyordu. Bazı muhacirler ise, bellerine kadar gelen suya girerek karşıya geçmek durumunda kalıyordu. Azgın sulara kapılanlar, hastalarını derenin bir tarafında bırakıp gitmek zorunda kalanlar da oluyordu. Sağ kalanlar ise Giresun, Ordu, Samsun’a ulaştı, kimi daha dabatıya gitti. Ama salgın hastalıklar ve açlık onları gittikleri yerlerde de buldu. Hayatlarının en uzun iki yılınıRusların Trabzon’dan çekilirken bıraktıkları askeri geçirdiler Oralarda. malzemeler, 1918 (Osman N.Kardeş arşivi)Muhacirlik faaliyetlerinin devam etmesiyle köylerdeki Türk nüfusun çoğu boşalmıştı. Ruslar, insanların gitmesini istemiyordu. Göç eden kafilelere Rus gemilerinden sık sık "Osman geri dön!" diye anonslar yapılıyordu. Bazı muhacirlerin ise önü kesiliyor, geri dönmeye zorlanıyordu.Muhacirler yol boyunca çok büyük zorluklar yaşadılar. Açlık ve salgın hastalıklar nedeniyle birçok insan yollarda öldü. Sağ kalanlar ise Giresun, Ordu, Samsun'a ulaştı, kimi daha da batıya gitti. Ama salgın hastalıklar ve açlık onları gittikleri yerlerde de buldu. Hayatlarının en uzun iki yılını geçirdiler oralarda.Bu ayrılık, 17 Ekim 1917'de Rusya'da Bolşevikler, Çarlık rejimini yıkıp da Rusların, işgal ettikleri topraklardan çekilerek ülkelerine dönmelerine kadar sürdü. 26 Şubat 1918' de Trabzon'dan yola çıkan bir Türk bölüğü gelince Sürmene kurtarılmış oldu. Bu durumda muhacirler de artık özgür olan topraklarına geri dönmeye başladı. Ancak, döndüklerinde birçok şeyin değişmiş olduğunu gördüler. Ruslar kısa bir zamanda büyük bir yol yapmışlardı; ama birçok ev, yol inşaatından dolayı yıkılmıştı. Ayakta duranlar ise bakımsızlıktan harap bir durumdaydı; eşyaları alınmış, hatta tahtaları sökülmüştü.Muhacirler yurtlarına dönmüştü, ama yokluk sürüyordu. Üstelik Müslüman, Hıristiyan ayırmadan insanları soyan eşkıyalar türemişti ve hiçbir şey eskisi gibi değildi. Yüzyıllardır birlikte yaşadıkları Rumlar, Rusların gelişini büyük bir sevinç ile karşılamıştı. Böyle olunca, Türklerin dönüşü onlarda endişe uyandırdı. Dönen birçok muhacir de, yollarda ve gittikleri yerlerde yaşadıkları acıların sorumlusu olarak onları görüyordu. İşgal döneminde kendileri sefaletle boğuşurken, Rumların rahat yaşamlarını sürdürmesi, hatta zenginliklerine zenginlik katması onları öfkelendiriyordu. Muhacir çıkan Türklerin dönüp de tekrar nüfus olarak çoğunluğu oluşturmalarıyla, artık orada yaşayamayacaklarını anlayan Rumlar, Sürmene'den ayrılarak başta Batum olmak üzere çeşitli yerlere gittiler.Sonra yeni bir sayfa başladı Sürmene'de; ama muhacirlik döneminden kalan acılar hiçbir zaman belleklerden gitmedi. Bir kuşak bu acılarla büyüdü
muhacirlik öyküleri-muhacir yorgunu
Gonca Kalafatoğlu
Birçok gözler şahitti yorgun yılların .yaşanmışlıklarına, yılların terk edişlerine, ezilişlerine, sessiz kalışlarına... Belki ilk bakışta fark edemezsiniz yılların gözlerdeki izlerini; ama biraz daha dikkatli bakınca yüzlerdeki çizgiler her şeyi apaçık ortaya seriyor... Ben biraz daha yakından inceledim, babaannemin yüzündeki çizgileri ve onunla tarihin tozlu raflarındaki bir defterin sayfasında buldum kendimi...
İşte size bir muhacir yorgunu... Benim sevgili babaannem... Şu anda 90 yaşında. Onun da bu 90 yılda silinmeyen bir muhacirlik öyküsü var beyninin bir köşesinde... Anlattıkça daha da derinleşen bir kuyu misali... Dünyaya merhaba dediğinde tanıştığı ilk yüz annesinin yüzüydü; ama daha sonra, sadece kırk günlükken farklı yüzler geçti önünden... Hiç tanımadığı yüzler... Bunlar Sürmene'yi saran Rus askerlerinin yüzleriydi. O zamanlar ne olduğunu bilmeden, ışıl ışıl bakıyordu etrafına. Daha kırk günlük bir bebek iken ayrılmıştı yurdundan. İşte babaannemin daha sonra büyüklerinden öğrendiği hikâye de böyle başlıyordu.
Deniz yoluyla Sinop'un Gerze ilçesine ulaşmıştı annesinin kucağında. Orada kendilerine ev verilmişti. Hepsinin yüzünde farklı bir hüzün ve yüreklerinde sindiremedikleri bir çaresizlik vardı. Yaşadıkları yerde hiç görmedikleri yüzler dolaşıyordu ve hiç bilmedikleri dilden sözcükler yankılanıyordu boş evlerin duvarlarından. Yapabilecekleri pek bir şey yoktu, çaresiz katlandılar bunlara...
Aylar peşi sıra geçti Gerze'de. Yeni yeni alışıyorlardı buraya. Fakat geçim sıkıntısı başlayınca bambaşka bir durum ortaya çıktı. Yeni ısındıkları ortamda karşılaştıkları zorluklar biraz daha yordu onları... Babaannem dokuz aylıkken, annesi tifonun pençesine düştü ve kısa bir süre arkasında çocuklarını bırakarak hayata veda etti... Yeni yeni emekleyen küçük Ayşe annesinin son
sütünü de yine onun soğuk bedeninden içti. Artık onu annesinin kollan yerine yengelerin kolları saracaktı, annesinin kollan kadar sıcak olmasa da...
Babaannem iki yaşına geldiğinde bu muhacirlik öyküsü de hayatlarından birçok şeyi alarak son bulmuştu. Küçük Ayşe henüz iki yaşında annesizliği öğrenmişti; bir de kendi tabirince "düşmanlığı" Annesini ondan ayıran insanlara... Bir çocuğun düşmanlığı ne olabilirdi ki? Belki oyuncağını paylaşmazdı; ya da kendisini öpmelerine izin vermezdi, başka yapabileceği yoktu onun. İşte babaannemin düşmanlığı da bu kadardı, doğduğu yeri saran ve annesini koparıp alan askerlere...
Şimdi küçük Ayşe yılların yükünü omuzlarında taşıyarak ve hiç belini bük-meyerek 90 yaşına geldi. Muhacirlik anısı da bu yaşında beyninde silinmeyen bir anı olarak kaldı onun için...
Kimbilir, belki de yüzündeki çizgilerin birkaçını o yıllardan hatıra saklıyordur geleceğe... Doksan yaşında bir kadının, torununun torununu gören bir babaannenin kalbinden ve hayatından alınanlar bunlardı. Hiç silinmeyenler de anılar ve yüzündeki çizgiler... Onlar tarihin izleriydi ve dünyaya yemyeşil bakan gözleri de tarihin yorgun bekçileri.
Hafız Nine anlatıyor
Rus geldi buraları aldı, bura baba yerimizdir. Biz denizden gittik, kotra derlerdi, kayıklar vardı. "... Helessa yalessa" bağırırlardı kayıkları yüzdürürken. Kürekleri var idi,"hadi bubam çek çek" der, giderlerdi. Karadan da gidildi, ama yol dediğin küçük bir patika. Yol değil yani. Biz Görele'ye gittik. Orada anne tarafından hısımlarımız vardı, onlar bizden önce gidip yerleşmişlerdi. Onları orada bulduk. Orada kocaman bir mescit vardı, bir sürü odası var idi, muhacirler oralara yerleşmişlerdi. Biz de birkaç gün kaldık. Bize vesika ile ekmek verirlerdi orada. Sonra kalkıp Giresun'a gittik. Orada da beş on gün kaldık, bizi bir Ermeni evine koydular. Orada da vesika ile bedava ekmek verdiler bize. Beş on gün durduk, sonra Fatsa'ya gidip oraya yerleştik kaldık. Bize bir ermeni evi verdiler, on para kira vermeden orada oturduk. Önceleri orada da bize vesika ile ekmek verdiler, ama baş edemeyince mısır vermeye başladılar. Mısırları değirmende öğütür, sonra pişirip yerdik. Açlık çekenler çok oldu. Anam orada öldü, dayım orada öldü. Ölenlerimiz çok oldu. Salgın hastalıklar vardı, tifo, kolera... Annem tifodan öldü. Kolera ise daha fena, sabahtan alıyordu seni, akşama gitmeden öldürüyordu. Sadece biz değil, oranın Rumları da hastalandılar. İki sene kaldık oralarda. Sonra duyduk ki barışık olmuş, Ruslar gitmiş. Biz de tekrar döndük memlekete. Eve geldik, baktık bir şey yok. İçindeki eşyayı hep almışlar, tahtaları bile götürmüşler. Biz geldikten sonra Rumlar ağabeyimi gördüler, anladılar ki bu evin sahipleri dönmüş, aldıkları her şeyi geri getirdiler; tahtaları, sandıkları hep geri getirdiler. Kâfirdiler, ama hak yemezdiler. Biz gelince Rumlar onlara bir şey yaparız diye korkup Rusya'ya gittiler. Sonra da yavaş yavaş tekrar döndüler. Evlenecek çağıma gelince, kına gecesinde bir Yunan vapuru geldi, hepsini aldı gitti Yunanistan'a.^
söyleşi: Gonca Kalafatoğlu
gidenlerin ardından
Hacer Kol
Bir şafak vakti gün daha doğmadan, kuşlar bile uykusundan uyanmadan büyük bir gürültüyle uyandı Sürmene... Belki de birçok kişi uzun zamandan beri bekliyordu bu sesi. Uzun zamandan beri hazırdı büyük güne suskun dudaklar, tehlikeyi ise çoktan sezmişti ürkek bakışlar. Fakat bir türlü kabullenmiyor, daha doğrusu kabullenemiyordu öyle hemencecik. Ruslar gelmişti, yanı başlarında duruyordu. Bütün ruhlar acı çekiyordu bu yüzden. İnsanlar böyleydi işte, hiçbiri bağımsız olmadıkları yerleri vatan olarak kabul etmiyor, ömür boyu acı çekmek zorunda olsalar bile çekip gidiyorlardı uzak diyarlara...
O gün de öyle oldu, Sürmene'den ayrılmak zorunda kaldı onca insan. Kiminin gidişi sessizce oluyordu, gözyaşlarını içine atarak; kimisi ise hıçkırarak, çığlık çığlığa ve gözyaşlarını tutamayarak, tekrar tekrar arkasına bakarak yol alıyordu. En güçlü bildikleri babalan bile ağlamıştı gözlerinin önünde...
Nasıl ağlamazdı ki insan; doğduğu, ilk yürümeye başladığı, ilk anne dediği ve hayatı öğrendiği, kır çiçeklerinden bir buket yapıp sevdiğine verdiği, ilk evlat sevincini yaşadığı yerleri... Her karış toprağında bir anı yatıyordu memleketin ve kolay olmuyordu anılara sünger çekmek bir anda. Her şeyden önce alışkanlıktı, Sürmene'de yaşamak. Kolay kolay terk edemiyordu insan alışkanlıklarını. Gidiyorlardı... Kimsesiz kalmıştı evler. Bacalar ise hala tütüyordu; fakat ümitsizdi ateş, veremli bir hasta gibi son nefeslerini alıp veriyordu ve sonunu biliyordu; sönen son ateşle kaybolacaktı tüten son ocak da.
Bağırlarına ateş basmış insan misali terk etmişlerdi sılayı... Öylesine kalabalıktı ki liman! Deniz çoğu kez böyle bir kalabalığı hayal etmişti yıllarca; ama yüz ifadeleri mutlu etmiyordu denizi. Hayır! Beklediği bu değildi denizin. O kucaklamak istiyordu her birini ayrı ayrı, fakat mutlu değildi hiçbiri; davetsiz misafir gibi çekingen ve buruktular... Tekneler vardı yalnızca ve insanların tek ümidi teknelerdi. Hatta bir çamaşır teknesi bile yetmişti, ana ve çocuğuna.
Uzun bir bekleyiş başlamıştı, kum saatinden akıyordu yavaşça zaman. Her kum tanesi bir şeyler götürüyordu duygularından. Güçlü olmalıydılar, aynı zamanda mantıklı. Yine de son bir kez daha bakmadan edemediler arkalarına, gidip de dönmemek vardı çünkü... Kelimeler boğazlarda düğümlenmişti, konuşmak istiyorlardı, ama yaşlı gözler izin vermiyordu en ufak bir kelimeye. Doğru mu yapmışlardı acaba böyle davranarak?
Düşenin dostu olmaz derler ya, Sürmene de kalakalmıştı öylece, kimsesiz, yapayalnız... Vahşetin, açlığın, kıtlığın, sömürgeciliğin bulunduğu yerde insanlar nasıl nefes alabilirlerdi?
Büyükannem anlattı da; onun anneannesi de muhacir çıkmak zorunda kalmış binlerce insandan biriymiş.
Evlerini, eşyalarını, hayvanlarını bırakarak ayrılmışlar, birkaç arkadaşıyla. Çok büyük bir dere varmış geçmek zorunda oldukları.
O zamanların amansız salgınlardan birine yakalanmış eltisi, hastalanmış. Derenin öbür kıyısında bırakmak zorunda kalmışlar zavallı kadıncağızı, tüm yakarışlarına rağmen... Hayatının son demlerini yaşayan Resim: Eşref Üren “Karadenizli Kadınlar” (ayrıntı)
bir insanın faydasız yakarışları... Biraz sonra
kapısını çalardı Azrail. Belki de kapı aralığından içeri girerdi fark ettirmeden...
Diğerleri ise göç edince bütün acılarının dineceğini sanıyordu. Fakat ne yazık ki açlık ve kıtlık hala onlarla beraber gidiyor, karanlık bir gölge gibi peşlerini bırakmıyordu. Ne yakacak odun ne de yiyecek ekmek vardı; ama yüreklerinin sıcaklığı yetiyordu birbirlerini ısıtmaya. Paylaştıkça artıyordu bereketi bir lokmacık ekmeğin... Okula gitmesi gereken küçük çocuklar ormana gidiyor, odun ediyor, sonra da odunları evlere satıp karşılığında un ve yiyecek alıyordu. Tercih etme şansları yoktu ki! Yaşamak için bir şeyleri feda etmek zorunda idiler. Yani, sıcak bir çorba için ertelenen hayaller...
İki yıl sürdü bu acımasız ayrılık. İki yıldan fazla dayanamadı yorgun yürekler, ölürsem de vatanımda öleyim dedi ruhlar. Sevgiliyi özlemişçesine hasret duydular, özlem duygusu ile yanıp tutuştular. Mantık yoktu, artık sadece duygular vardı ve insanlar duygularına söz geçiremiyorlardı. Mantık ise çoktan bataklığa düşmüş çırpınıyordu ve çırpındıkça daha da aşağıya batıyordu insan beyinlerinde. Çünkü bıkmıştı insanlar duygularına gem vurmaktan ve kırmıştılar zincirleri fark etmeden...
Geri döndüler sessizce terk etmek zorunda kaldıkları güzel şehre. Bir anne şefkati ile kucak açmıştı onlara Sürmene ve bağışlamıştı çoktan ihanetlerini, bitirmişti bütün kırgınlıklarını ve böyle davrandıkları için hiç gücenmemişti yıllar boyunca. Kıyılarına ilk yaklaştıklarında hissetmişlerdi yüreğinin sıcaklığını ve karaya ilk adım attıklarında başlarını okşamıştı Sürmene'den ılık rüzgârlar, sıcaklığı saçlarında hisset
mişti insanlar... Korkusuz bir gece geçirmişlerdi, güven içinde uyumuşlardı. Çünkü Sürmene yorganlarını örtmüştü o gece. Belkide saatler boyunca ağlamıştı başlarında hastalanmış Gözyaşlarının sıcaklığı vermişti belki de bu kıyısında bırakmak Yeniden evde olmak Süzeldi. Kıtlık, açlık ve sefalet bitmişti. Sürmene nin kanatları altındaydılar, bir 25 Şubat gecesinde, yumuşacık ve sıcacık...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
YORUM YAPMAK İÇİN,ÖNCELİKLE AŞAĞIDAKİ YORUMLAMA BİÇİMİ SEKMESİNDEN ANONİM'i TIKLAYINIZ.