29 Mayıs 2013 Çarşamba

Karadeniz'in Hüznü.

Karadeniz'in
hüznü


Soğuk Savaş döneminde bir Rus balıkçı
teknesi, fırtınanın etkisiyle Sinop sahillerine
dayanıyor. Sahil Güvenlik, kaptanı
ve mürettebatı tutukluyor. Savcının
önüne çıkartıyor. Görevli memur savcıya,
tutukluları getirmeden önce çok
önemli bir tüyo veriyor: “Savcı Bey,
Vallahi de billahi de aynı bizim gibi çay
içiyorlar, yemek yiyorlar.” Bu hadise
gerçek. O savcı bir arkadaşımın babasıymış.
Bana hikâyeyi babasından naklen
anlatmıştı. Benim çıkarttığım hisse
şöyle: Karadeniz'in sert rüzgârına göğüslerini
dayayarak yaşayan insanlar,
hangi millete mensup olurlarsa olsunlar
birbirlerine çok benziyorlar. Sadece bunun
farkında değiller.
Anadolu'da yazın esen sam yeli diye
bir rüzgâr vardır. Hangi ırktan olursa
olsun, bu rüzgara üç ay maruz kalan
herkesin yüzü kavruklaşır ve birbirine
benzemeye başlar. Öyle ki, mavi gözlü
sarışınlarla,
kara gözlü karakaşlı esmer
tenli olanları birbirinden ayırt edemezsiniz.
Her gün doğan güneş, aynı coğrafyada
aydınlattığı insanları birbirine
benzetiyor. Sadece coğrafya değil, kaderler
de paylaşılıyor.
Şanlıurfa Siverek'li şair dostum
Ragıp Karcı Karadeniz türkülerine hayran.
Bu güne kadar hiç fark etmediğim
bir özelliğini anlatmıştı bu türkülerin.
Yanık Anadolu türküleri, hep kederin ve
acının dile gelmesidir. Oyun havaları bile
hüzünlüdür. Ankara'nın meşhur oyun havası
olan Misket'in, aslında bir genç kızın
arkasından yakılan ağıt olması gibi...
Aynı kıza aşık iki delikanlı kozlarını paylaşırken,
o kız, yani Misket, bir ağaca çıkıp
kavgayı seyretmiş. Sonra heyecanlanıp
düşmüş ve düşer düşmez de ölmüş.
Acının ve kederin en koyu rengi,
hüznün en rafine ve derin haline melâl
deniyor. Ahmet Haşim'in “Maî
Deniz”inde “Melâl-i hasret-i gurbetle
ufk-ı Şam'a bakan” dilberin “hüsnünde
toplanan o mesâ ve alâm-ı fikre bir
mersâ olan o maî deniz,” “Melâli anlamayan
nesle aşina değiliz” diye sona
erer. Ragıp Karcı her birinde başka derdin
örtüldüğü Anadolu türkülerinde en
koyu melâlin Karadeniz türkülerinde olduğunu
söylüyor. Bu gözle dinledim ve
hak verdim. O monoton görünen, sanki
aynı besteye değişik güftelerin uyarlandığı
izlenimi veren bu türkülerde hüznün
en koyusu, yani melâl çok güçlü
h i s s e d i l i yor. Farkı düşündüm.
Anadolu'nun hüzünlü türkülerinde pusuya
düşürülen bir gence yakılan ağıt
ya da bir onulmaz hastalığa isyan var.
Gurbetin yalnızlığı ve kasveti de öyle.
Bir kızgınlık, bir mecburiyet ve bir öfke…
Ama Karadeniz'de sadece çaresizlik
ve teslimiyet var. Arkanızı zaman zaman
doksan dereceye yaklaşan dağlara vereceksiniz
ve sonsuz gibi görünen
Karadeniz'in alıp sürüklediği evlatlarınıza
gözyaşı dökeceksiniz. Karadeniz'in
heybetine öfke mi duyulur? Sadece serzenişte
bulunulur. “Oy gidi Karadeniz…”
diye. Bu derin melâli anlamak için
Karadeniz'e puslu bir havada bir kere
bile bakmış olmak yeterli.
Karadeniz bölgesi Türkiye'nin hep
artısıdır. Altta kaya gibi sağlam bir coğrafya
ayakta durur. Yukarıda sadece
Karadeniz umut edeceklerinizi ve varabileceğiniz
menzili gösterir. Bu heybetli
yapının üzerindeki artıların tamamı
Karadeniz'in soğuk sularına bakarak hayaller
kurmuş olanlara aitt i r.
Karadeniz'e kıyısı bulunan ülkelerin
hepsinde aynı ölçünün geçerli olduğundan
eminim.
Türkiye'ye Karadeniz'den dönüp
bakmak, Dünya'yı Karadeniz'den göründüğü
gibi algılamak hep yaşadığımız
günlerin bir adım ötesini, hatta bazen
hayallerin bile ötesini gösterir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

YORUM YAPMAK İÇİN,ÖNCELİKLE AŞAĞIDAKİ YORUMLAMA BİÇİMİ SEKMESİNDEN ANONİM'i TIKLAYINIZ.